- Bölüm: Uydular
Hamit Can SAYILGAN: Egemen İmre kimdir ve uydu kariyerinizi anlatır mısınız?
Egemen İMRE: Çocukluğumdan beri uçaklara ilgi duyan, pilot olmak isteyen biriydim. Baktım ki fiziksel olarak yeterli değilim ben de mühendislik tarafına yöneldim. 96 yılında ODTÜ Havacılık Mühendisliği’ni kazandım. O zamanlar “uzay” kısmı yoktu ve Havacılık Mühendisliği olarak geçiyordu. Uçaklar, helikopterler, akışkanlar mekaniği derken ben hep hayatımın uçaklara yönelik geçeceğini düşünmüştüm fakat 2000 senesinde o zamanlar adı TÜBİTAK BİLTEN, bugün ki adıyla TÜBİTAK UZAY’da staj yaptım. O stajın sonucunda baktım ki uzay denen bir kavram var, yörünge mekaniği var, uydular var… Onun da hikayesi şudur; TÜBİTAK BİLTEN, 2000’lerin yazında ihale aşamasında ve teknoloji transferi ile bir uydu yaptırmak istiyor. Fakat kime yaptırılacağı henüz belli değildi. Amerika ve İngiltere listedeydi. İşler o yıl yavaş yürüdü. Ertesi yıl ise İngiltere seçeneği kesinleşmiş ve yine bu uydu projesi kapsamında bir yüksek lisans bursu programı açılmıştı. Staj yaptığım dönem uydular konusunda eğlenmiştim ve üzerine gitmek istiyordum. Bu programa başvuru yaptım ve yüksek lisans için 2001 yılında İngiltere’ye gittim. O süreçte uydu yapımında SSTL şirketi seçilmişti. TÜBİTAK ve SSTL, BİLTEN’de bir yer istasyonu oluşturdu ve İngiltere’de BILSAT uydusu üretildi. Ben uydunun yapımında yer aldım diyemem. Fakat bir gözlemci olarak elimden geldiğince katılıp, anlamaya çalıştım. Fakat bugünden bakıyorum ki pek bir şey anlamamışım. Ama hiç değilse bana genel kültür sağlamış oldu ve sonradan, o günlerde kulağıma çalınanlardan işime yarayan şeyleri fark ettim.
2003 Eylül ayında uydu fırlatıldı. Ben o süreçte yüksek lisansımı tamamladım ve doktora eğitimime devam ettim. Yüksek lisansımın konusu bağıl hareket idi, doktoramın konusu da benzer bir yönde devam etti. Bağıl hareketten kastım “bir uydunun diğer uyduya göre pozisyonu nedir? Takımuyduların yörüngede dağıtılması nasıl sağlanır?” gibi sorular üzerine çalıştım. BİLSAT o sırada 3 uydu ile birlikte fırlatılmıştı. Bunların toplam 4’lü bir takım uydu oluşturması, yörüngeye dağıtılması ve kendilerine ayrılan yörüngelerin korunması yönünde bir yazılım geliştirdik.
Doktoramı 2006 yılında tamamladım ve Türkiye’ye geri döndüm. TURKSAT uydusunu saymazsak benim kariyerimle Türkiye’nin uzay kariyeri paralel gitti diyebilirim. Ben dönmeden kısa bir süre önce, görece eski Nikel Kadmiyum pilleri kullanan BILSAT’ın görevi sona erdi. Ardından RASAT projesi başladı ve ben de burada yer aldım. 2007 yılına gelindiğinde de GÖKTÜRK-2 projesi başladı ve bu projede sistem mühendisliği ekibinde yer aldım. Bir taraftan yörünge mekaniğinin yazılımlarının yazılması bir taraftan uydu tasarımı derken 2011 Ağustos ayında RASAT’ı, 2012 Aralık ayında ise GÖKTÜRK-2 uydusunu fırlattık. Uydu yer istasyonları Ankara ve Norveç’te bulunduğu için, devreye alma ekibi Norveç ve Ankara olarak iki ekibe ayrılmıştı. Ben, her iki uyduda da Ankara yer istasyonunda devreye alma sorumlusuydum.
RASAT ve GÖKTÜRK-2’nin operasyonlarından sonra İMECE uydusuna bir miktar bulaştım. 2018 Şubat ayına kadar TÜBİTAK UZAY’da çalıştım. Şu an ise Almanya Bremen’de OHB adlı uydu şirketinde çalışıyorum. Şu anda Avrupa Uzay Ajansı’nın yeni nesil uyduları üzerinde çalışıyoruz.
Hamit Can SAYILGAN: Uydu teknolojisine yönelmeseydiniz hangi alanda çalışmayı düşünürdünüz?
Egemen İMRE: Herhalde uçaklarda kalırdım diye düşünüyorum. Fakat ilgili olmama ve hiç bırakmayacağımı düşünmeme rağmen kaderin cilvesi ki uçakları bıraktım.
Hamit Can SAYILGAN: Genel olarak uyduların yapım süreçlerini anlatır mısınız?
Egemen İMRE: Uyduların yapım süreçleri aslında birilerinin aklına gelmesiyle başlıyor. Birilerinin aklına “biz uydu yapalım!” diye bir şey değil, “bizim şöyle bir veriye ihtiyacımız var!” geliyor. Örneğin; “Dünya’daki karbondioksit emisyonlarını ölçebilir miyiz? Veya Türkiye’de yetişen tarım ürünlerin tespitini yapabilir miyiz?” sorularıyla başlıyor. Veriyi kullanacak insanlar, nasıl bir veri istediklerini tanımlıyor ve bu istekleriyle uyduyu yapacak (ya da yaptıracak) kişilere geliyorlar. Sonucunda da uyduya da değil üretilen verilere bakılıyor. Örneğin uydunun çektiği görüntüler. Burada uydu, amaç değil araç olarak nitelendiriliyor. Bu şekilde bakınca da bizim önemimiz azalmış gibi oluyor; bir taraftan da öyle çünkü bu görüntüler geliyor, görüntü işlemeciler tarafından geliştirilen algoritmalarla işleniyor ve ürüne dönüştürülüyor. Biz devasa bir zincirin en görünür kısmımı oluşturuyoruz ama neticede biz de bir aracız.
Uydunun içerisinde iki ana bölüm var. Bunlar platform ve faydalı yük. Faydalı yüke bu örnekte kamera diyelim. Platform ise bu kameranın çalışması, verilerini aktarabilmesi ve hayatta kalabilmesi için oluşturulan yapıdır. Uyduya enerji sağlanması, ısıl kontrolün gerçekleştirilmesi, verilerin yere indirilmesi, uydunun istenilen yöne bakması, yapısal sağlamlık ve bunun gibi kalan her şeye ilgilenilmesi platformun alanına giriyor. O anlamda, uyduların içerisine girildiği zaman en çok ilgiyi çeken taraf faydalı yükü yapan kişiler oluyor. Çünkü mesela kameracılar ne istiyorsa bu süreçte onların bu isteklerine uygun bir sistem ortaya çıkarılmaya çalışılıyor.
Uydunun yapılması denilen şey öncelikle neyin yapılmasının istendiğini anlamaya çalışmakla başlıyor ve bu belki 1 yıl civarında bir süre. Bu aşamada sadece oturup, “bu istenilen şeyi yapabilir miyiz? Nasıl bir teknolojiyle yapabiliriz? Hangi sensör ve haberleşme teknolojisini kullanabiliriz? Nereden fırlatabiliriz?” bunlar düşünülüyor ve ortaya çıkan ön tasarımla birlikte istenilenlerin yapılıp yapılmayacağı tartışılıyor. Görüldüğü gibi bir sürü sorunun aynı anda çözülmesi gerekiyor ve bunlara göre de, çeşitli çözüm setleri oluşturuluyor. Bunlar mutlak anlamda en iyi çözüm setleri olmayabilir, fakat elde edilebilen en iyi çözüm seti diyebiliriz. Belki geriye dönüp baksak bu yanlış karar oldu diyebiliyoruz ama geçmiş olsun, sistem ilerliyor.
Bu ön tasarım süreci ardından detay tasarım ve işlevsellik kısmına geçiliyor. Uydu ne yapmalı? Kamera ne yapmalı? Optik sistemler ne yapmalı? Uydu nasıl bir doğrulukta yönelim yeteneğine sahip olmalı? Bu soruları yanıtlayan analizler gerçekleştiriliyor ve ilgili tasarımlar yapılmaya başlanıyor. Sonra bir an geliyor ve müşteriye projenin doğru anlaşıldığını ve doğru ilerlediğini teyit etmek için sormak durumunda kalıyorsunuz “buraya kadar tasarladığımız sistem sizin talep ettiğiniz ile uyumlu, değil mi?” şeklinde.
Sistem isterlerinin çıkartılması, ön tasarım, detay tasarım süreci ve ardından üretim süreci başlıyor. Ardından sistemin yapı taşları tedarik edilmeye başlanıyor, yazılımlar yazılmaya başlanıyor ve bunlar bir araya getiriliyor. Ardından test ediliyor ve bizim gördüğümüz uydu denilen yapı ortaya çıkmaya başlıyor. Parçalar birleştirildiğinde örneğin “fırlatmadaki titreşim yüküne dayanabilir mi?” sorusunu yanıtlamak gerekiyor ve bunu tabii ki uyduyu kırıp dökmek istemediğinizden, uydu üzerinde test etmek istemiyorsunuz. Bunun için uydunun yapısal bir eş değerini çıkartıyorsunuz ve titreşim tablasına koyup test ediyorsunuz.
Bunun gibi, önce kart seviyesinde sonra kartların birleştiği sistemler seviyesinde ondan sonrasında uydu seviyesinde testler yapılıyor. İşlevsel ve çevresel olarak test edildiğinde “tamamdır, bu uydu uzayda çalışacak gibi görünüyor.” diyorsunuz. İşlevsel testte “uydu, kameraya görüntü çek komutu verebiliyor mu? Bunun üzerine kamera, görüntü çekip yer istasyonuna görüntüyü iletebiliyor mu?” gibi soruları soruyorsunuz. Buna bir işlev silsilesi diyebiliriz ve uyduda bunun gibi birçok silsile mevcuttur. Performans testlerinde ise, verilerin istenilen hızda inmesi gibi uydunun performansına yönelik veriler kontrol edilir ve de bahsettiğim gibi çevresel testlerde tüm uydunun ısıl dayanımı, titreşim yüküne dayanımı test edilir.
Anlattığım bütün bu süreçler uydunun büyüklüğü ve karmaşıklığına bağlı olarak 3 ila 8 yılı bulabiliyor. Örneğin Hubble ve James Webb Uzay Teleskobu gibi büyük projelerde ise daha da uzayabiliyor. James Webb Uzay Teleskobu ne zaman fırlatılacak sorusu halen daha kesin bir yanıt bulamamış durumda. Projeye başlayanlar emekli oldu fakat doğrusu çok büyük bir aşama da kaydettiler.
Basit bir uydu yapmıyorsanız çok fazla bilinmeyen etmen vardır. Zaten en başta bir uydu 4 yılda tamamlanır dediğiniz zaman o uydu genellikle 4 yılda tamamlanmıyor. Kontrolünüz dışında gerçekleşen o kadar çok süreç var ki; tedarik edilen parçaların üretilmesi sürecindeki aksamalar bütün test ve entegrasyon süreçlerini de aksatıyor ve birçok ekipman birbirleriyle bağıntılı durumda. O yüzden uydu sektöründe gecikmeler normal karşılanır. O yüzden bizim ülkemizde “TÜRKSAT ve İMECE çok gecikti!” denildiğinde normal karşılamak gerekiyor çünkü çok zor bir iş yapılıyor. Mesela tasarımını iyi bildiğimiz GÖKTÜRK-2 uydusunu bir daha yapalım dediğinizde bile çok zorlanırız çünkü aynı parçaları tekrar tedarik etmek için çok zaman gerekecek.
Uydu yapımına geri dönecek olursak testlerin ardından bu uydu uçuşa hazır dediğimizde fırlatma üssüne gönderilip uydu fırlatılıyor. Ondan sonra fırlatıcıdan ayrılıyor ve ilk sinyal ile uyduyu kontrol altına almaya başlıyorsunuz. Birkaç haftalık, uydunun devreye alınması süreci başlıyor. Devreye alma süreci uydunun temel işlevlerinin çalışır hale getirilmesi süreçlerini kapsıyor ve bu işin en stresli kısmı. Uzun ve emek isteyen yorucu kısmı ise, “bu uyduyu talep eden insanların istediği hassasiyette veriler sağlanabiliyor mu? İstenilen çözünürlük sağlanabiliyor mu? Görüntü kalitesi istenilen şekilde mi?” gibi soruları yanıtlayan testlerin gerçekleştirilmesi. Bütün bunların cevaplanması yaklaşık 6 aylık bir süreci kapsıyor ve bu 6 ayın sonucunda istenilen verileri ve raporları müşterisine teslim ediyorsunuz. Örneğin GÖKTÜRK-2’nin durumunda bu Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ydı. Ardından uydunu operasyonel dönemi başlıyor, görüntüler düzenli olarak indiriliyor ve bu görüntüler ilgili kullanıcılara dağıtılıyor.
Bunları uzunca anlatmamın sebebi, insanların uydu yapımını ilk günden birilerinin bir şeyleri lehimledikleri veya bir şeylerin satın alınmaya başladığı bir süreç olarak bilmeleri. Hiçbir parçasının AR-GE olmadığı hepsinin dışarıdan toplandığı bir uydu yapalım desem, onda bile inanılmaz büyük bir tasarım süreçlerinden bahsediyoruz. Bir kamera satın alıyorsunuz ama kamera ekibi diyor ki, “kameranın sıcaklığını +/- 0.5 derecede tutacaksınız”. İstenilen sıcaklıkta tutmak tamamen sizin sorumluluğunuz. Veyahut yazılımları dışarıdan satın alsanız bile uydunun ataletini ölçmekten tutun, uydunun bir tarafının “kızarmaması” diğer tarafının soğumaması için yapılan ısıl tasarım gibi o kadar çok iş var ki yapılması gereken. Uydu çalışabilir fakat müşteri “bu uydu benim istediğim veriyi üretmiyor” diyebilir. O yüzden karmaşık bir süreçten bahsediyoruz. Bu uçak da yapsanız böyledir, İHA’da yapsanız böyledir.
Bu kısım gözden kaçıyor, o yüzden işin bir taraftan sistem mühendisliğini vurgulamak istedim. Diğer taraftan da sistem mühendisliğinin bu denli bütüncül yapısı genellikle lisansta öğretilmiyor. Herkes kendini bir kartı lehimleyecek sanıyor. Fakat bütün bunların nasıl bir araya geldiğini hiç kimse hayal etmiyor.
Hamit Can SAYILGAN: Aslında bakacak olursak uyduların kalite standartlarını ve normlarının olup olmadığını soracaktım fakat bu cevabın içerisinde görüldüğü ortada…
Egemen İMRE: Kalite standartları ve normları var elbette… Özetlemek gerekirse yaptığımız her şey daha önce başkaları tarafından yapılmış şeyler. NASA’nın, Avrupa Uzay Ajansı’nın birbirine çok yakın standartları var. Akla kolayca gelmesi açısından lehim üzerinden örnek vereceğim. Bir lehimi nasıl yapacaksanız bunların belirli kriterleri ve uygulama teknikleri var. Daha öncesinde lehimin rastgele yapılması ve sorun teşkil etmesinden kaynaklı bu standartlar oluşturulmuş. Siz bir lehim yapıyorsunuz ve lehimin içerisinde hava kabarcığı kalıyor ve bu kabarcık fark edilmiyor; uydu uzaya gönderildiğinde ise kabarcık patlıyor ve lehim kırılıyor. Haliyle bu kart kısmen ya da tamamen çalışmaz hale geliyor. Bunun dışında, bahsetmediğim radyasyon ile ilgili pratikler var.
O yüzden uydu yapmak aslında çok fazla standart getiriyor ve o standartlara bağlı kalıyorsunuz. O nedenle çok korkak, çok garantici ve çok yavaş bir iş yapıyorsunuz ama bunun sonucunda çıkan ürünün çalışacağını üç aşağı beş yukarı tahmin ediyorsunuz. Tabii ki garanti değil ve sorunlar çıkıyor ama elinizden geleni yapıyorsunuz. Özellikle, eğer sıfırdan başlıyorsanız standartlar elinizdeki en iyi silah.
Hamit Can SAYILGAN: Uyduların fırlatılması konusuna geçmeden önce sormak istediğim bir soru var. Sensör-tensör teknolojisinin gelişiminin uydu teknolojisine katkısı var mı?
Egemen İMRE: Elbette var. Bunu çok vurucu bir örnek ile söyleyeyim. 1960’lı yıllarda Amerikalılar askeri casus optik gözlem uyduları fırlatıyorlar. Fakat bu uydular çok yüksek çözünürlüklü uydular ve otobüs, kamyon ebadından bahsediyoruz. Devasa bir teleskobun arkasına uydu yaptığınızı düşünün, ancak sorun şu ki 60’larda bugün kullandığımız CCD gibi bir teknoloji yok yani görüntüyü sayısallaştıramıyoruz. O nedenle görüntüler analog filme kayıt ediliyor, ana uyduya bağlı bir küçük bir uydunun içerisine yerleştiriliyor, sonrasında bu küçük uydu, Dünya’ya yollanıyor, atmosfere giriyor, paraşütünü açıyor ve bir uçak ya da helikopter tarafından alınıyor. Ardından içi açılıyor, içindeki film banyo ediliyor sonra birileri oturup bunları inceliyor. Bu inanılmaz bir teknoloji ve bunun için sonsuz miktarda para dökmeleri gerekiyor. Sonra görüntülerin sayısallaştırılması teknolojisi geliyor. Anlık olarak kayıt edilen görüntüdeki fotonlar sensörde belirli bir iz bırakıyor. Bu izlerin oluşturduğu sayısal görüntü saklanıp, yeryüzüne radyo sinyalleriyle yollanıyor. Bu yapıldığında bahsettiğimiz inanılmaz filmli ve küçük uydulu sisteme gerek kalmıyor. Uydu yapan insanların CCD gibi sayısallaştırma teknolojileri ilk çıktığında çok sevindiklerini tahmin ediyorum. Ondan sonra CMOS teknolojisi geliyor ve bu sensörlerin hassasiyetleri artıyor. Kapladıkları alanlar küçülüyor, görüntü kalitesi artıyor. Burada optik sensörlerden bahsettim fakat işin radar gibi başka boyutları da var.
Bütün sensörlerin gelişimi git gide daha çok veriyi elde etmemizi sağlıyor ama tabii daha çok veri elde ettikçe bu verilerin yeryüzüne aktarılması için çok daha iyi haberleşme teknolojisine ihtiyaç artıyor. Daha iyi sensörler daha fazla güç çekebiliyorlar ve buna yetecek gücü üretmek ve depolamak gerekiyor. Haliyle hepsi bağıntılı ve teknolojinin orantılı olarak gelişmesi gerekiyor. Fakat her şey sensörler üzerinden geliyor. Bütün uydu teknolojisinin ön hattında sensörler var. Bunun dezavantajı da şu, genellikle projeler sensörlerden dolayı sorun çıkartıyor. Hiç şaşmaz genellikle sensörümüzün yapımı ve teslimatı gecikir ve proje aksar. Çünkü bütün optik sistemin kalbinde o sensör yatar.
Hamit Can SAYILGAN: Fırlatılma konusuna gelecek olursak… 2016 yılında GÖKTÜRK-1 fırlatılıyor ve baktığımızda fırlatmanın Fransız Guyanası’nda gerçekleştiğini görüyoruz. Uydu neden Fransız Guyanası’ndan fırlatılıyor? Ve Türkiye’den uydu fırlatılabilir mi?
Egemen İmre: Güzel bir soru. Öncelikle neden Fransız Guyanası? Sizin uyduyu fırlatabileceğiniz yörünge düzleminin eğikliği ile fırlatma bölgesinin enlemi ilişkilidir. Eğer 10 derece enlemindeyseniz atabileceğiniz minimum yörünge eğikliği 10 derece oluyor. Ankara gibi 40 derece eğikliğindeyseniz minimum yörünge eğikliği 40 derece oluyor. Bunun ötesine fırlatabilirsiniz ama bunun aşağısında bir açıyla fırlatamazsınız. Fransız Guyanası’nın hikmeti de ekvatora yakınlığından kaynaklanıyor. TURKSAT gibi ekvatoryal yörüngeye giden uydu görevleri için ekvatora çok daha yakın bir yerde fırlatma yapmak çok kritiktir. Ekvatora uzak bölgeden de fırlatma yapabilirsiniz fakat ekvatordan uzaklaşmak sizin için işlerin çok daha masraflı bir hale gelmesi demek oluyor, çünkü ekvatora yakın olmayan bir noktadan uydu fırlatıldığında yörünge düzeltmesi yapmak zorundasınız. Yörünge düzeltmesi ise masrafın, riskin ve teknolojik zorluğunun artması demek oluyor. O yüzden her şeyin mümkün olduğunca doğru yörünge ve fırlatma üssünden fırlatılması işleri çok kolaylaştırıyor. Fransız Guyanası’nın hikmeti o. Ekvatora çok yakın olduğu için. Benzer şekilde Hindistan’ın Sriharikota fırlatma üssü mesela. O da Hindistan’ın epeyce güneyinde ve denize doğru. Fırlatmalar genellikle denize doğru yapılıyor.
Buradan Türkiye meselesine geleceğim çünkü fırlatma yapıldıktan sonra 1. kademe yakıtını bitirdikten sonra birkaç yüz km ötede yere düşüyor, sonra 2. kademe ile yoluna devam ediyor, o da birkaç bin km ötede yere düşüyor. Şimdi sizin ülkenizin çevresi başka insanların yaşadığı yoğun yerleşim alanını içeren bölgedeyse bu toksik yakıt bulunan 1. kademeyi nereye düşüreceksiniz? Bir anda iş can sıkıcı bir yere geliyor. Türkiye yaklaşık 40 derece civarında bir enlemde. Haliyle uyduyu fırlatabileceğimiz yörünge eğikliği yaklaşık minimum 40 derece ve buradan ekvatoral bir yörüngeye geri inmek, çok büyük bir masrafa yol açtığı gibi çok da zor olacaktır. Bu nedenle Türkiye gibi bir yerden TURKSAT gibi bir uyduyu fırlatmak çok gerçekçi değil. Ama mesela GÖKTÜRK, RASAT gibi yörünge eğikliği 98 derece civarı olan uyduları fırlatmak mümkün ancak orada da 1. ve 2. kademeyi düşürmekten bahsetmiştim. Hemen önümüze haritayı açıp nereye neyi düşürsek diye bakmamız gerekecek. Çünkü kuzeye fırlatacaksanız Karadeniz’i düşünmek zorundasınız, güneye doğru açık denize fırlatmayı düşünürseniz de yanlış bir şey olması ihtimalini göze alarak Kıbrıs’ın üzerinden uçuş gerçekleştiremezsiniz. O yüzden Datça’dan fırlatıldığını düşünelim. Bu da fırlatma optimizasyonunun bozulmasına yol açacağı için fırlatıcı ekibi tarafından hiç hoş karşılanamayacak bir durum olacaktır. 1. kademenin düşülmesi belirlendikten sonra 2. kademenin düşülme yeri harita üzerinden belirlenecek. O da Afrika taraflarına denk geliyor. Orada bir ülkeye düşürebilir misiniz? Örneğin Yemen’e, Somali’ye… Ve düşen fırlatma sisteminizi geri toplamak isteyeceksiniz ama mesela şu anda Yemen’de çok ciddi çatışmalar var. Böyle olunca oranın politik stabilitesi de kritik oluyor. O nedenle fırlatma çok zor ve çok fazla etkileri olan bir teknolojik problem. Sadece bir mühendislik problemi olan fırlatma; hem teknolojik hem bürokratik hem de uluslararası politika içeren devasa bir denklemin karşınıza çıkmasına yol açıyor. Böyle olunca burada teknolojinin rolü %40 veya %50’de kalıyor. O nedenle Türkiye’den fırlatma olur mu? Evet, Türkiye’den fırlatma için çalışmalar var ama TURKSAT gibi sınıfı bir uydunun fırlatılmasına iş gitmeyecek. Kendimize kadar bir fırlatma yeteneğini kazanmaya çalışacağız.
Hamit Can SAYILGAN: Yerli ve yabancı uydular arasında kalite farklılıkları var mı? Var ise bu uydular arasında ise ne gibi kalite farklılıkları var?
Egemen İMRE: Yabancı olarak adlandırılan uyduları kategorize etmemiz ve bizim uydularımızın yabancı uydulara kıyasla hangi noktaya denk geldiğinizi bulmamız gerekiyor. Avrupa Uzay Ajansı ve NASA’nın yaptırdığı uydular var. NASA’nın yaptırdığı uydular çok karmaşık ve kaliteli diyebileceğim uydular ve inanılmaz paralarla yapılıyorlar. Veya Google Earth’ten tanıdığımız Worldview uydusunu ele alacak olursak; uydu, 2 ton ve 500 milyon dolar maliyetinde. Haliyle iyi bir uyduyu yapmanız için ne kadar ekmek o kadar köfte durumu söz konusu açıkçası. Türkiye şu an hiçbir uydusuna bu kadar yatırım yapmış durumda değil. O nedenle hiçbir uydusundan buna benzer bir performans beklemeye hakkı yok, ki onu yapan adamların 40 yıldır uydu yaptığını ve bunun için inanılmaz kaynaklar döktüklerini hesaba katmamız gerekiyor.
Bu işin bir ucu, diğer ucuna bakacak olursak henüz uydu yapamayan ya da küçük küp uyduları yapmaya çalışan ülkeler var. Türkiye ise orta kısma yakın bir yerde yer alıyor. Uydu işlerinin süper liginde değiliz ama birinci ligin fena olmayan bir oyuncusuyuz diyebilirim. Daha iyi de olabilirdik, 2012 yıllarında çok güzel bir ivme yakalamıştık, ondan sonra ise bir süre uydu projesi başlamadı ama 1999’dan 2012’ye kadar olan dönemde Türkiye gerçekten inanılmaz bir yol kat etti. Bir taraftan da doğal sınırlarımıza yani elimizdeki yetişmiş insan gücünün sınırlarına geldik. Çünkü bir anda para bulsak dahi 10 tane daha uydu projesini gerçekleştirecek insan kapasitemiz yok. Önümüzdeki 10 yıl içerisinde de kartlarımızı iyi oynarsak süper ligin ortalama bir takımı olabiliriz. Süper ligin iyi takımı olmak için inanılmaz kaynaklar ayırmak gerekiyor. Türkiye’nin tek başına böyle bir kaynağı yok; Avrupa ülkelerinin de böyle bir kaynağı yok, fakat birleştikleri ve işbirliğine gittikleri zaman bu kaynakları elde edebiliyorlar.
Ama yapılan işi hiç küçümsememek gerekiyor. Birçok ülkenin yapamadığını yapıyoruz ve bunu çok kısa süre içerisinde elde ettik. O nedenle hiç fena değiliz.
Hamit Can SAYILGAN: Aslında uydu teknolojisinin gelişimi ülkelerin bilime verdiği değerle doğru orantılı diyebilir miyiz?
Egemen İMRE: Evet ve daha fazlası. Sadece bilime değil; bilime, teknolojiye, teknoloji politikasına bağlı. Ben bir uydu yapacağım, Türkiye’deki uydu teknolojisi gelişsin istiyorum dediğinizde, bunu geliştirecek insan kaynağını elde etmeniz gerekiyor. Para bir anlamda en kolay şey çünkü bu etapta çok büyük paralardan bahsetmiyoruz. Bu uyduları geliştirecek insanlara, verileri kullanacak ve analiz edecek akademisyenlere, ürünlerin kamuda kullanılmasına yardımcı olarak kişilere ihtiyaç var. Bu çok zaman alacak bir durum. Dünyanın en iyi uydusunu dahi yapsanız mesela orman bakanlığı sizin bu verilerinizi kullanmıyorsa o zaman yaptığınız uydu teknolojisinin faydası var mı?
Uzay için gerekli ekosistemin çok fazla oyuncusu var ve bu oyuncuların hepsinin birden belirli bir seviyeye gelmesi gerekiyor. Bir tanesinin çok iyi olması bir işe yaramıyor. O nedenle yalnızca bilime verilen değer değil her şeyin birden yükselmesi gerekiyor. Ama bir alan yükseldiğinde diğerleri de onunla birlikte yükseliyor diyebilirim.
- Bölüm: Uzay Senfonisi ve Üstünlük
Hamit Can SAYILGAN: Elon Musk’ın Starlink projesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu proje gerçekleşebilir mi? Ne gibi sorunlar yaratabilir?
Egemen İMRE: Starlink burada aslında en medyatik proje olarak görünüyor. Bu ve buna benzer projelere çok şüpheyle yaklaşıyorum. Uyduları elle yaptığımız dönemden uyduları üretim bandı teknolojisinde üreteceğimiz döneme geçiyoruz. Bir uyduyu 5 yılda değil de 3 ayda yapabilir miyiz? Bir paradigma dönüşümü söz konusu. Starlink projesiyle söz konusu olan, bu dönemin dışına çıkan devasa bir paradigma dönüşümünü işaret ediyor. İkincisi, bu kadar çok uyduyu bu kadar kısa sürede fırlatabilecek bir teknolojimiz de yok. Fırlatıcılarımız var fakat günde 10 tane fırlatma yapabilmek gibi bir teknolojimiz yok.
Üçüncüsü, fırlattığınız uyduları uzayda nasıl idare edebileceksiniz? 1 uyduyu idare edebilirsiniz, 10 uyduyu idare edebilirsiniz fakat 10 bin uyduyu nasıl idare edebilirsiniz? Şöyle söyleyeyim, bizim GÖKTÜRK-2 uydumuza ayda 1 defa çarpışma uyarısı geliyor diyelim. Demek ki bizim 30 tane uydumuz olsaydı istatistiksel olarak her gün 1 defa çarpışma uyarısı gelecekti ve biz bunları değerlendirmek zorunda kalacaktık. Starlink projesinde ilk etapta 3 bin uydudan söz ediliyor. Demek ki size her gün 100 tane çarpışma uyarısı gelecek, bunların bir çoğu ise çarpışmasız son bulacak fakat doğru kararın nasıl ve kim tarafından verileceği büyük soru işareti. Yapay zekaya emanet edebilir miyiz? Vızır vızır akan bir trafik söz konusu olacak. Bu nedenle bu uyduları idare etmek ve bunların ortaya çıkartacağı uzay çöpü sorunu gibi birincil problemler var ve bunlarla yüzleşmeye henüz hazır değiliz.
Vizyon sahibi olmak iyi ama bu vizyonun gerektirdiği teknolojilerden henüz çok uzağız. Elon Musk ve Elon Musk gibi büyük şirket sahibi kimseler bu tür ciddi problemlere “hallederiz abi!” moduyla yaklaşıyorlar ve bunlar “hallederiz abi” meseleleri değil.
Dördüncü meseleyi pek tahmin edememiştik; uzay, Starlink gibi vızır vızır uçan binlerce uyduyla dolacak ve bunun yaratacağı “ışık kirliliği”nin, astronomi gözlemlerine yapacağı etkiler büyük olacaktır.
“Biz 30 bin uyduya gerçekten hazır mıyız?” sorusunu çok sordum. Bazı şeyler var hayal edebiliyoruz ve bunları sizlere anlatıyorum. Bir de ne olduğunu bilmediğimiz, hayal edemediğimiz başka problemler var. Bahsettiğimiz gibi 1 uydu veya 10 uyduyu yönetecek bir istasyon yapabilir, var olan problemlerden tasarlayabiliriz fakat 1000 uydu aynı anda yapalım dediğimde bununla başa çıkılması mümkün ve hayal edilebilir görünmüyor. Yapılmaya çalışılan iş ticari bir proje ve inanılmaz paralardan bahsediliyor. Böyle bir proje yapılacağı zaman birçok şeyin düşünülmesi gerekiliyor. O bakımdan temkinliyim ve kötümserim açıkçası. Hızlı gidiyoruz, yavaşlamalıyız diyenlerdenim.
Geçtiğimiz aylarda Starlink projesinde yer alan uydulardan biriyle Avrupa Uzay Ajansı’nın Aeolus uydusu arasında çarpışma riski ortaya çıkıyor. Avrupa Uzay Ajansı, bu tip durumlara hazır ve aktif oldukları için Starlink, SpaceX ekibiyle iletişime geçiyor. “Ateşleme yapıp yörünge değiştirecek misiniz?” mailini gönderiyorlar fakat SpaceX’den bu maillere yanıt gelmiyor ve Avrupa Uzay Ajansı bu durumdan son derece mutsuz oluyor. SpaceX bununla ilgili “bizim otomasyon sistemimizde sıkıntı olmuş. O yüzden mail bize ulaşmamış, neden yanıt vermemezlik yapalım ki?” demiş ama bu hiç güven telkin eden bir durum değil. Herhangi bir çarpışma durumunda uzayın kirlenmesindeki zarar çok ağır olacaktır.
O yüzden de birilerinin bu şirketlere “yavaş olun, gözünüzü seveyim” demesi devlet seviyesindeki aktörlere düşüyor, çünkü başka kimseyi dinlemeyeceklerdir.
Hamit Can SAYILGAN: Uzayı kirletme konusuna değinmek istiyorum. Gelecekte uzaydaki kirliliği temizlemek söz konusu olacak mıdır? Uzayı temizlemek adına oluşturulan girişimler sizce gelecekte sonuç verebilir mi?
Egemen İMRE: Öğrenci arkadaşların evlerinden bildiği bir durum vardır: Kirletme çünkü temizleyemeyeceksin. Bu durum uzay için de geçerli, temizlemek çok zor çünkü birçok küçük parça var ve bunların toplanabilmesi mümkün değil. Bizim uzayı temizlememiz için elimizdeki en iyi adaylar şu an henüz parçalanmamış yekpare uyduların yakalanıp atmosferde yanmalarının sağlanabilmesi. Fakat bu inanılmaz zor bir iş ve de bunun için parayı kimin vereceği, gereken teknolojiden daha büyük bir sorun teşkil ediyor. Çalışmalar yapılıyor fakat oldukça risk içeren bir konu çünkü yakalarken uyduyu kaçırabilirsiniz, parçalayabilirsiniz ve bu nedenle daha da fazla çöp üretebilirsiniz.
Şu an yapılan şeylerden biri, fırlatıcıların 3. kademelerinin insan olmayan bölgelere geri düşürülebilmesinin sağlanması. Bunun yanı sıra, birçok uydu görevlerinde sorulan soru şu oluyor; “uydu fırlatıldıktan 20-25 sene sonra kendi kendine geri düşecek mi?” Eğer düşmeyecekse düşer duruma getireceksiniz ve bunu da garanti edeceksiniz. İkinci mesele uyduların Dünya’da kimsenin kafasına düşmeyeceğini istatistiksel olarak garanti etmenizi istiyorlar. Yani uydu parçalandığında parçaları ya tamamen yanmalı ya da sadece küçük bir kısmı düşmeli. Bunun için de matematiksel modellerle testler yapılıyor.
Yörüngede bulunan her uydu her gün yeni bir “kaza-bela” riski veya olasılığına sahip. Açıkçası bilinen ve risk içermeyen en önemli teknik hiç kirletmemek ve yavaş yavaş atmosferin işini yapmasını bekleyip, en azından alçak irtifada yer alan uyduları temizlemesini beklemek.
Birazcık da şans meselesi. Uzayda örneğin bir bardak boyutundan daha küçük nesneleri yerden takip edemiyoruz ancak bu cisimler rahatlıkla uydulara zarar verebiliyor. O nedenle nerede olduğunu bilmediğimiz şeylerin her an uydularımıza çarpması riskiyle karşı karşıyayız. Sorun da bundan kaynaklanıyor aslında. Biraz karanlıkta gidiyoruz. Minicik bir boya parçasının bile uzay mekiğinin camını çatlatmışlığı var. Saniyede 10-15 kilometre gibi hızlardan söz ediyoruz. Bu küçücük parça sizi delip geçmiyor, bir patlamaya neden oluyor. Çok zor bir mesele.
Bu konu üzerine Avrupa ve Birleşmiş Milletler’de de çok fazla konuşuluyor. Uyduların emniyetini nasıl sağlayabiliriz? Uzayın daha fazla kirlenmemesini nasıl sağlayabiliriz? Bu konuda Avrupa Uzay Ajansı ve NASA’nın yasal ölçütleri olabilir fakat BM seviyesinde yasal bir çerçeve yok, tamamen ülkelerin kendi inisiyatifleriyle olan şeyler.
Hamit Can SAYILGAN: Uydu teknolojisi öncelikli olarak askeri alanda mı tercih edilmektedir ve uydu teknolojisi ile askeri üstünlükler sağlamak söz konusu mudur?
Egemen İMRE: Uydu teknolojisinin bütün dünyadaki lokomotifi her zaman askeri teknolojiler olmuştur. Birçok mesele, savunma bürokrasisinin en başta konuştuğumuz gibi “şu veriye ihtiyacımız var.” talebinden doğar. Bu talep Tarım Bakanlığı için Türkiye’deki zeytin ağaçlarının envanterinin çıkartılması olabilir veya Silahlı Kuvvetler için “biz şuradaki askeri hareketliliği görmek istiyoruz” şeklinde bir talep olabilir. Savunma tarafından gelen bu talepler bütçe ve planlama olarak öncelik teşkil ettiği için ön plana çıkıyor. Bu projelerin bir çoğunun bağımsızlaşmaya ve başka ülkelerden gelecek veriye muhtaç olmama durumuna yönelik olduğunu söyleyebilirim, fakat örneğin İngiltere’nin optik gözlem uyduları yok ve verilerini Amerika’nın askeri ya da daha çok ticari gözlem uyduları üzerinden elde ediyor. Aynı şekilde Amerika’nın da az sayıda askeri optik gözlem uydusu var ve ihtiyacını ticari uydulardan sağlıyor.
Göktürk uyduları bir tarafa, Türkiye de kendi sivil ve askeri ihtiyacını bir ölçüde bu ticari uydulardan karşılıyor ama burada “başkalarının uydusu ile ne yapabilirim?” sorusunun sorulması gerekiyor. Yarın öbür gün ülke olarak başım derde girdiğinde yarım yamalak da olsa bir veri elde edebilir miyim?
Yeri gelmişken söylemek isterim. Google Earth çıktığında bizim sektörü çok etkiledi, herkes bir anda yüksek çözünürlüklü uydu görüntülerine erişti. Bu durumda, birçok insan RASAT uydusu için “Google’da daha iyisi var, görüntüler tost makinesinden mi çekildi?” yorumlarında bulundu. İstihbarat söz konusu olduğunda, görüntünün kalitesinden çok kısa zamanda o bilgiyi elde edebilmek öne çıkabilir.
Bir uydunun yalnızca varlığı askeri olarak avantaj sağlamaz; bu uydunun verilerini değerlendirecek ve ilgili birimlere aktarabilecek bütün bir yapının, zincirin veya operasyon konseptinin oluşturulması askeri olarak avantaj sağlar. O yüzden uyduları operasyon konseptine dahil etmek gerekiyor. Tabii örnek olarak veriyorum ama RASAT’ın askeri olarak kullanımı kısıtlıydı, GÖKTÜRK-2 ile bu operasyon sorununun biraz daha çözüldüğünü düşünüyorum. Ama başa dönersek bakanlıkların da bize talepleri olmadı ve bizde RASAT projesinde uydu verilerinin insanlar tarafından kullanılıp, kullanılmamasını çok fazla hesaba katmadık. “biz uydu yapacağız, görüntüler gelecek ve çok mutlu olacağız.” olarak düşündük. Görüntüler geldi ondan sonra bir baktık bu görüntüler başka insanların kullanılabileceği formatta ve kalitede değillerdi. Test ve kalibrasyon işlemleri eksikti. Açıkçası o da bir evrim. Bir öğrenme süreciydi o yüzden kendimizi veya başkalarını suçlamak yerine doğal karşılıyorum.
Hamit Can SAYILGAN: Açıkçası sizde bir sorun göremiyorum hocam çünkü burada savaş veya bize yönelik bir hareketlenme olsa ve bunu fark etseniz, telefon açıp “Hulusi Akar’ı telefona bağlayın çabuk!” mu diyeceksiniz?
Egemen İMRE: Evet işte! Operasyon konseptinden kastım o. Mesela benim elimde bir prosedür olması gerekiyor. Benim o çektiğim ve uydudan aldığım görüntüleri uzmanlara aktarabileceğim bir mekanizma olması lazım. O uzmanların da görüntü ve bilgileri üst mercilere ileteceği yapı… Bunlar şart. Çünkü çözmeye çalıştığınız şey sadece uydu fırlatmak değil, istenilen veriyi uydu aracılığı ile ortaya çıkartmak ve belirlenen sorunu çözmek. Arabaya odaklanıyoruz fakat o arabanın bizi a noktasından b noktasına götürüp götürmeye yaradığını gözden kaçırıyoruz. Bir amaç var ve o amacı, araç ile karıştırıyoruz veya görmüyoruz. En başta anlattığım gibi uydunun ne kadar iyi olduğu amaca uygunluğu ile ölçülür.
Hamit Can SAYILGAN: Onca konuşulandan sonra uydu konusundaki oluşturduğunuz skalayı daha iyi anlayabiliyorum. NASA’nın operasyon biriminin farkı ve adamların gerçekten sipariş ettiği her parça için gösterdiği tutum bunlar başlı başına bir fark yaratıyor.
Egemen İMRE: Siz senede ülke olarak 3 askeri, 5 bilimsel, 4 ticari uydu fırlatıyorsunuz mesela. Ülkedeki şirketler ve bu şirketlerin mühendis sayıları, kapasiteleri ve bilgi birikimleri ile birlikte başka bir ligde oynuyorsunuz demektir. Deneysel küpuyduları saymazsak, Türkiye’nin yaptığı uydular RASAT ve GÖKTÜRK-2. Şu an yapılmakta olan ise İMECE ve TURKSAT 6A ve bir de STM ile bir Alman şirketinin ortak yürüttüğü Lagari projesi var bildiğim kadarıyla. Tabii yapılan işleri küçümsememekle beraber senede bir tane bile uydu yapmazken “abi biz çok geliştik Amerika bizi kıskanıyor” demenin anlamı yok.
Hamit Can SAYILGAN: Uydu teknolojinin gelebileceği en uç nokta sizce nedir? Mesela Çin’in kuantum uydular gibi…
Egemen İMRE: Uç derken aslında kuantum şifreleme gibi ileri konular bir tarafta bir uç, çok miktarda yeteneği çok küçük bir uyduya gömebilmek bir uç… Şu an 2 tonluk bir uydunun yerine getirdiği işlevleri acaba 500 kg’lık bir uyduyla yapabilir miyiz? Bu da bizi işlemci gücünün, sensörlerin iyileşmesine götürüyor tabii… Optik her zaman gördüğümüz için heyecan verici bir şey, radar benim hala iyi anlamadığım bir konu, şu an hiperspektral görüntüleme üzerine çalışmalar gerçekleşiyor. Hiperspektral görüntüleme geliştirildiğinde tarım alanında, petrol sızıntı tespiti alanında ve diğer alanlarda şu an hayal etmekte güçlük çektiğimiz konular üzerinde çözümler olacaktır. Ancak bu verilerin işlenmesi problemi söz konusu. 1 uydu değil fakat 10 uydudan gelen verilerin birleştirilmesiyle yapılacak şeyler de bana inanılmaz heyecan verici geliyor.
- Bölüm: Sosyal Medya ve Sözdebilimciler